Mahrem romanını yazdığım seneydi.
Eve kapanmışım, telefonları açmıyorum, aylardır mecbur kalmadıkça dışarı çıkmıyorum. Mahalle bakkalı ile önceden anlaşmışım, sabahları süt ve ekmek bırakıyor kapıma.
Ne gazete okuyor, ne televizyon izliyor, ne dünyayı takip ediyorum o dönem. Bir hayal âleminin içine girmişim, elimde fener, dibini arıyorum.
Öyle bir haldeyim ki incelmiş derim, en ufak bir rüzgârda sızım sızım sızlıyor. Yazıyorum deli gibi.
Romanın ne yöne gittiğini bilmiyor, karakterlerin on sayfa sonra ne yapacaklarını tahmin dahi edemiyorum.
Bir akış ki benden güçlü, almış beni de içine, katmış önüne, yazının o deli divane, o doludizgin ritmi....
Çok şişman bir kadının hikâyesini yazıyorum. Nedenini bilmeden. Adeta anlattığım karaktere yakınlaşmak istercesine ben de devamlı bir şeyler atıştırıyor, kilo alıyorum o günlerde.
İşte o vaziyette bir sabah kalktım, mutfağa gittim, kahve yapacağım. Dolabın kapağını açmamla öylece kalmam bir oldu.
Bütün bardaklar ters çevrilmiş duruyor rafta. Hepsi baş aşağı.
Haftada bir temizliğe gelen kadıncağız böyle uygun görmüş. Bir an kalakalıyorum.
Bardakların içindeki havayı düşünüyor, üzülüyorum. Hapsolmuş hava oraya. Elim ayağım titriyor.
Başlıyorum raftaki tüm bardakları tek tek ters çevirmeye. Ağızları yukarıda kalacak şekilde.
Kalsınlar ki nefes alabilsinler, daralmasınlar. Hızımı alamıyor, tabureye çıkıp üst raflara ulaşıyor, mutfaktaki bütün bardak, kupa ve fincanları çeviriyorum.
“Dur,” diyor içimden bir ses. “Dur, yoksa kafayı yiyeceksin.”
(Korkardım eskiden delilikten, delirmekten.
Ne zaman ki anladım aslında hepimiz, her birimiz, bir incecik akıl çizgisi üzerinde yürüyen cambazlarız, ne zaman ki anladım zaten zemin kaygan, en aklı başında olanımız aslında en kırılgan, rahatladım.
O gün bugündür daha rahat bakar oldum deliliğe.
Ürkütücü bir yabancı olmaktan çıktı delilik, tanıdığım ama evine pek uğramadığım zararsız bir kapı komşusuna dönüştü.)
O günlerde yeni yeni tanıdığım Eyüp, tam o esnada telefon ediyor.
“Nasıl gidiyor yazı? Ne yapıyorsun?” diye soruyor.
“Bardak çeviriyorum,” diyorum.
Karşıda derin bir sessizlik.
“Nefes alabilsinler, daralmasınlar diye çeviriyorum. Raflardaki bütün bardakları düz tutmak lazım.”
Eyüp o anda telefonu niye suratıma kapatmadı, bana hayatta başarılar dileyip sessizce neden uzaklaşmadı hâlâ bilemem. Ama tek dediği şu oldu:
“Sen bir gün oturup fobilerini yazmalısın. Sadece fobilerin üstüne bir kitap kaleme almalısın.”
Hafiften bozuluyorum. Sahi o kadar çok mu ki fobim?
★★★
Aradan uzun seneler geçti. Bu yakınlarda çok sevdiğim dostlarım bir tekne gezintisine çıkmayı teklif ettiler.
Onlar plan yaparken ben kenarda durup yutkundum. Bir teknede koca bir hafta geçirmek fikri bana zulüm gibi geldi. Nasıl anlatırsın?
Yani şimdi uyuyup uyandığında ayaklarının altında sırf su olacak öyle mi? Gece gökyüzü kavanoz gibi kapanacak, biz bir ceviz kabuğunda sallana sallana oturacağız öyle mi?
Balıklar teknenin altını kemirecekler, ben sessiz ve bitimsiz açlıklarını dinleyeceğim öyle mi?
Gidip bir kitap almak istesem alamayacağım, okyanusun ortasında kitapçı bulamayacağım, öyle mi?
Gidemedim tabii.
Eskiden daha beterdi. Bu benim epey düzelmiş halim. İnsan anne olunca normalleşmek için elinden geleni yapıyor galiba.
Evvelden daha çoktu fobilerim.
Mesela asla beyaz giymez (evlenirken de gelinlik giymedim, hâlâ da zorlanırım beyaz giymekte), beyaz bir kanepeye ya da koltuğa oturmak istemez, ille de oturmam gerekirse ciddi kalp çarpıntısı çekerdim.
Yolda yürürken kaldırım taşlarının çizgilerine basamazdım (bir deneyin, kolay bir şey değil çizgilere basmadan yürümek, ara ara hoplamanız gerekir, yoldan geçenlerin şaşkın bakışları altında).
Yanımda birileri birilerine bıçak, makas, pergel ya da benzeri keskin bir şey uzatsa, o metalin havada çizdiği görünmez çemberi silebilmek için ben de kendi etrafımda dönerdim (kimseye belli etmemeye çalışarak.)
Sonra olur olmadık şeyler hüzünlendirirdi beni.
Çorabı kaçmış bir kadın mesela.
Yolda yürürken çorabı kaçmış bir kadın görsem, hızlı hızlı yürüyüp yetişir, iyi mi, bir yardıma ihtiyacı var mı diye dikkatle suratına bakardım.
Erimiş dondurma, etrafa dökülmüş mürekkep, kuma düşmüş şeker, ucu açılmamış her kurşun kalem, kendinden büyük ekmek kırıntısı taşıyan karınca...
Hepsi ama hepsi hüzün verirdi bana.
Tabii kimseye pek anlatmam bunları.
Deli demesinler diye saklarım kendime. Zaman zaman romanlardaki karakterlerime atfederim bazı fobilerimi.
Okuyanlar hayal gücümü takdir ettiklerinde, diyemem ki kaynak tanıdık yerden.
www.elifsafak.us
Eve kapanmışım, telefonları açmıyorum, aylardır mecbur kalmadıkça dışarı çıkmıyorum. Mahalle bakkalı ile önceden anlaşmışım, sabahları süt ve ekmek bırakıyor kapıma.
Ne gazete okuyor, ne televizyon izliyor, ne dünyayı takip ediyorum o dönem. Bir hayal âleminin içine girmişim, elimde fener, dibini arıyorum.
Öyle bir haldeyim ki incelmiş derim, en ufak bir rüzgârda sızım sızım sızlıyor. Yazıyorum deli gibi.
Romanın ne yöne gittiğini bilmiyor, karakterlerin on sayfa sonra ne yapacaklarını tahmin dahi edemiyorum.
Bir akış ki benden güçlü, almış beni de içine, katmış önüne, yazının o deli divane, o doludizgin ritmi....
Çok şişman bir kadının hikâyesini yazıyorum. Nedenini bilmeden. Adeta anlattığım karaktere yakınlaşmak istercesine ben de devamlı bir şeyler atıştırıyor, kilo alıyorum o günlerde.
İşte o vaziyette bir sabah kalktım, mutfağa gittim, kahve yapacağım. Dolabın kapağını açmamla öylece kalmam bir oldu.
Bütün bardaklar ters çevrilmiş duruyor rafta. Hepsi baş aşağı.
Haftada bir temizliğe gelen kadıncağız böyle uygun görmüş. Bir an kalakalıyorum.
Bardakların içindeki havayı düşünüyor, üzülüyorum. Hapsolmuş hava oraya. Elim ayağım titriyor.
Başlıyorum raftaki tüm bardakları tek tek ters çevirmeye. Ağızları yukarıda kalacak şekilde.
Kalsınlar ki nefes alabilsinler, daralmasınlar. Hızımı alamıyor, tabureye çıkıp üst raflara ulaşıyor, mutfaktaki bütün bardak, kupa ve fincanları çeviriyorum.
“Dur,” diyor içimden bir ses. “Dur, yoksa kafayı yiyeceksin.”
(Korkardım eskiden delilikten, delirmekten.
Ne zaman ki anladım aslında hepimiz, her birimiz, bir incecik akıl çizgisi üzerinde yürüyen cambazlarız, ne zaman ki anladım zaten zemin kaygan, en aklı başında olanımız aslında en kırılgan, rahatladım.
O gün bugündür daha rahat bakar oldum deliliğe.
Ürkütücü bir yabancı olmaktan çıktı delilik, tanıdığım ama evine pek uğramadığım zararsız bir kapı komşusuna dönüştü.)
O günlerde yeni yeni tanıdığım Eyüp, tam o esnada telefon ediyor.
“Nasıl gidiyor yazı? Ne yapıyorsun?” diye soruyor.
“Bardak çeviriyorum,” diyorum.
Karşıda derin bir sessizlik.
“Nefes alabilsinler, daralmasınlar diye çeviriyorum. Raflardaki bütün bardakları düz tutmak lazım.”
Eyüp o anda telefonu niye suratıma kapatmadı, bana hayatta başarılar dileyip sessizce neden uzaklaşmadı hâlâ bilemem. Ama tek dediği şu oldu:
“Sen bir gün oturup fobilerini yazmalısın. Sadece fobilerin üstüne bir kitap kaleme almalısın.”
Hafiften bozuluyorum. Sahi o kadar çok mu ki fobim?
★★★
Aradan uzun seneler geçti. Bu yakınlarda çok sevdiğim dostlarım bir tekne gezintisine çıkmayı teklif ettiler.
Onlar plan yaparken ben kenarda durup yutkundum. Bir teknede koca bir hafta geçirmek fikri bana zulüm gibi geldi. Nasıl anlatırsın?
Yani şimdi uyuyup uyandığında ayaklarının altında sırf su olacak öyle mi? Gece gökyüzü kavanoz gibi kapanacak, biz bir ceviz kabuğunda sallana sallana oturacağız öyle mi?
Balıklar teknenin altını kemirecekler, ben sessiz ve bitimsiz açlıklarını dinleyeceğim öyle mi?
Gidip bir kitap almak istesem alamayacağım, okyanusun ortasında kitapçı bulamayacağım, öyle mi?
Gidemedim tabii.
Eskiden daha beterdi. Bu benim epey düzelmiş halim. İnsan anne olunca normalleşmek için elinden geleni yapıyor galiba.
Evvelden daha çoktu fobilerim.
Mesela asla beyaz giymez (evlenirken de gelinlik giymedim, hâlâ da zorlanırım beyaz giymekte), beyaz bir kanepeye ya da koltuğa oturmak istemez, ille de oturmam gerekirse ciddi kalp çarpıntısı çekerdim.
Yolda yürürken kaldırım taşlarının çizgilerine basamazdım (bir deneyin, kolay bir şey değil çizgilere basmadan yürümek, ara ara hoplamanız gerekir, yoldan geçenlerin şaşkın bakışları altında).
Yanımda birileri birilerine bıçak, makas, pergel ya da benzeri keskin bir şey uzatsa, o metalin havada çizdiği görünmez çemberi silebilmek için ben de kendi etrafımda dönerdim (kimseye belli etmemeye çalışarak.)
Sonra olur olmadık şeyler hüzünlendirirdi beni.
Çorabı kaçmış bir kadın mesela.
Yolda yürürken çorabı kaçmış bir kadın görsem, hızlı hızlı yürüyüp yetişir, iyi mi, bir yardıma ihtiyacı var mı diye dikkatle suratına bakardım.
Erimiş dondurma, etrafa dökülmüş mürekkep, kuma düşmüş şeker, ucu açılmamış her kurşun kalem, kendinden büyük ekmek kırıntısı taşıyan karınca...
Hepsi ama hepsi hüzün verirdi bana.
Tabii kimseye pek anlatmam bunları.
Deli demesinler diye saklarım kendime. Zaman zaman romanlardaki karakterlerime atfederim bazı fobilerimi.
Okuyanlar hayal gücümü takdir ettiklerinde, diyemem ki kaynak tanıdık yerden.
www.elifsafak.us