Əlif Şəfəq. Bir quşun hekayəti

Elif Şafak

BİR KUŞUN ÖYKÜSÜ

İNGİLTERE'de küçücük bir kafede oturuyorum. Önümde bilgisayar açık, internete bağlanmış Türkçe gazeteleri tarıyorum. Türkiye'de hiç okumadığım köşe yazarlarını yurtdışında satır satır okuyorum.

Bedenim bir yerde kalmış, zihnim bir yere savrulmuş gene. Ayaklı kaos, sürekli bölünmüşlük, ilanihaye gurbet, çoğul coğrafyalar halinde dolaşıyorum. Beynimin kancaları takılmış memleket gündemine. Toplumsal barışı özlüyor, demokrasi sayıklıyorum. Okuyor ve ofluyorum bir yandan. Ofluyor ve okuyorum bir yandan.

Birden bir çığlık duyuyorum. Az ileride oturan yaşlı kadın ayağa fırlıyor, elindeki çayı üstüne dökme pahasına. Şaşkın vaziyette, onu bu kadar korkutan şeye bakıyorum. Orada bir kuş var. Bir güvercin. Nasıl olduysa açık kapıdan içeri girmiş.

Kafenin dört yanı camlarla kaplı. Güvercin ise pencereleri ayırt edemiyor. Telaşla uçup uçup, hızla camdan duvara tosluyor. Sersemliyor darbeden. Tekrar toparlıyor kendini. Tekrar son sürat havalanıp, bu sefer yandaki pencereye çarpıyor. Özgürlük için çırpınıyor. İnatla, hırsla. Ne yazık ki körü körüne. Birkaç kez daha yaparsa bu hamleyi, ölecek güzümüzün önünde.

***

Kafede bir panik başlıyor. Garsonlardan biri Polonyalı, öteki Rus, üçüncüsü İspanyol. Elinde kahvesiyle donmuş kalmış Arap bir kadın var geride, tepeden tırnağa örtülü. Şimdi içeri giren çift İngiliz. Az evvel çığlık atan kadın ise muhtemelen Japon. Minyatür Birleşmiş Milletler gibiyiz. Hep beraber başlıyoruz kuş kurtarma operasyonuna. Beklenmedik bir dayanışma, yardımlaşma zuhur ediyor aramızda.

"Siz oradan kovalayın, ben sağdaki açık cama yönlendireyim" diyor İngiliz adam. Belli ki insanları örgütlemeye alışkın. Belki de bir yerde patron.
"Olmaz öyle. Çekilin siz, bende eldiven var, ben tutarım" diyor Rus garson gayet otoriter.

Herkes kendi bildiği yöntemle koşuyor. Atkı, eldiven, şal... Bende de kitap var. Amy Tan'ın eski bir romanını yeniden okuyorum bu aralar. Ne işime yarayacaksa ben de romanı kapıp katılıyorum konvoya.

Güvercin bir sağa yalpalıyor, bir sola. Birleşmiş Milletler de aynen bir o yana bir bu yana. Ne yazık ki işe yaramıyor. Tam tersine kuşu daha beter korkutuyoruz.
Havalanıp yeniden cama çarpıyor kafasını. Korkunç bir ses çıkıyor. En son rahmetli Hrant Dink'in cenazesinde görmüştüm güvercin çaresizliğini. İçim cız ediyor.

O anda içeri giren kürklü bir kadın, "Aman dikkat edin sandviçlere konacak" diye bağırıyor.

O sandviç derdinde, biz can derdinde. Kafenin patronu yetişiyor gürültüye. Asabi. Heybetli. Garsonların suçuymuş gibi emir veriyor: "Çıkarın şu hayvanı!"

***

Ve biz orada.... Polonyalı, Arap, İngiliz, Türk, Rus, İspanyol hepimiz çare arayarak, ölmesin kuş diye çırpınıyoruz. Sonra... El birliğiyle çıkarıveriyoruz güvercini.

Birbirimize bakıyoruz. Bir tuhaf sevinç, bir saklı gurur. O anda ne ulusal, ne dinsel, ne etnik ayrımların önemi var. Bir kuş kurtardık bugün. Ya da denedik hiç olmazsa.

İnsanoğlu, insankızı isteyince ne kadar şefkatli, isteyince ne kadar cani...

Habertürk