Elif Şafak
BORGES
Borges... Ne çok okuduğum, nasıl önem verdiğim, eserlerini bunca sevip de kişiliğini ve bakış açısını yer yer sorunlu bulduğum, bir labirent gibi cümlelerinin içinde kaybolduğum, seneler sonra oğluma bir eserinin (Zahir) ismini verdiğim yazar.
Esas ismi Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo idi. 1899’da Buenos Aires’te doğdu, çocukluğu farklı şehirler ve ülkelerde geçti. İsviçre, İspanya...
Hep birden fazla dil konuştu hayatı boyunca; bazen aynı dilin içinde diller/üsluplar yarattı kendine. Çatal çatal yollar açtı...
İyi bir yazar olduğu kadar mükemmel bir tercümandı. Etrafındaki oğlan çocuklarının aksine oyunlara, dövüşlere meraklı olmadı hiçbir zaman.
Kimi zaman utandı bu durumdan, kendini yeterince “erkek” hissetmedi onların yanında.
Varsa yoksa kitaplardı Borges için: “Çocukluğumun en önemli olayı neydi diye sorsanız, babamın kütüphanesiydi derim.” Evdeki kütüphaneden romanlar alıp okumak, yaşının ötesinde kitapların deryasına dalmak...
Henüz daha çocukken Borges’in en sevdiği şeydi kitaplar; büyüyünce de değişmedi. İlk mesleği de kütüphanecilik oldu.
Görme yeteneği doğuştan zayıftı ama yaşı ilerledikçe durumu kötüleşti, en nihayetinde tamamen körleşinceye dek. Ne ilginçtir ki eleştirmenler ve edebiyat meraklıları ondaki görme kaybının hayal etme yeteneğini daha da artırdığına inandılar.
Bu “gerçek” dünyayı göremedikçe hayali âlemi daha iyi seyreyledi Borges. Belki de bu yüzden yazıları hep gerçeküstü olaylar, karakterler ve varlıklarla dolu oldu.
“Biz körler kadar varoluşun derinliğini kim sorgulayabilir ki?” diye sormuştu bir seferinde. İki gözü kapalıyken, üçüncü gözü hep açık kaldı. Sevdikleri, sevenleri ona kitap okumaya başladılar.
En çok da annesi. Biricik oğlunun romanların dünyasından kopmaması için büyük bir özveriyle saatlerce kitap okurdu yanıbaşında. Dinlerdi Borges. Hayal ederek, içine çekerek kelimeleri, su gibi...
1961’de Samuel Beckett ile birlikte Grand Prix International ödülüne layık görüldü. Bu tarihten sonra uluslararası şöhreti arttı, okurları çoğaldı. Uzun süre evlenmedi Borges, evlenemedi.
Annesine olan bağlılığı derindi. Annesi 90 yaşına geldiğinde Borges’in evlenmesi için ona baskı yapmaya başladı.
Yakında bu hayattan ayrılacaktı ve onu seven bir kadının oğluna bakacağından emin olmak istiyordu. Ne var ki Borges’in yaptığı evlilik sadece 3 sene sürebildi.
Karısından ayrılır ayrılmaz yeniden annesiyle yaşamaya başladı. Ta ki annesi 99 yaşında vefat edinceye kadar.
Bu dönemde Latin Amerika’da sol ideoloji hem teoride hem pratikte şaha kalkmıştı. Borges ise kendini hiçbir politik harekete yakın hissetmiyordu.
Bireye, bireyselliğe önem veriyor; devletin ve kolektif aidiyetlerin egemen olduğu sistemlerde bir sanatçı olarak rahat edemiyordu.
Peron başa geçtiğinde yeni iktidara destek vermek bir kenara, keskin eleştirilerde bulundu. Juan Peron’u “zalim”, karısını ise “sıradan bir fahişe” olarak niteleyecek kadar keskin. Neruda’yı da sevmezdi Borges. Onun iyi bir şair olduğunu ama çekilir bir adam olmadığını söylerdi.
Latin Amerika solunun Sovyetler Birliği’ne verdiği koşulsuz desteği hiçbir zaman anlayamadı. Ne var ki Borges’in sola olan yoğun antipatisi onu 1970 başlarında askeri cuntayı desteklemeye götürdü. Kısa zamanda hatasını anladı. Bu kez de cunta karşıtı oldu.
1934’te Arjantin’deki aşırı milliyetçiler, tıpkı bizde olduğu gibi bir söylem tutturarak, Borges’in “has ve hakiki Arjantinli” olmadığını iddia ettiler.
Kökü dışarıda dediler onun için. “Hakiki Arjantinli sayılmaz, hatta muhtemelen Yahudi kanı var sülalesinde” dediler.
Buna karşılık Borges güçlü bir şiir yazdı. Kimlikleri altüst eden, dışlayıcı söylemleri tersine çeviren bir şiir. Aynı sertlikte Nazi ideolojisini eleştirdi. Nefret aşılamanın bir suç olduğuna inandı. Almanya’da yükselen faşist ideoloji karşısında hep dehşete düştü.
Nazizm’in bir yaşam felsefesi değil bir ölüm felsefesi olduğunu dile getirdi: “Onun uğruna ya ölür ya da öldürürsün.”
Borges kadınları anlatabilen bir yazar değildi, anlayabildiği de şüpheli ya. Muazzam eserler yazdı, bir o kadar hatalar yaptı hayatı boyunca.
Diktator Pinochet’nin elinden ödül almayı içine sindirebilmesi bu hataların en büyüğüydü belki de. Bugün ise tüm sevapları ve günahlarıyla ama hep koca bir çınar, büyük bir yazar olarak hatırlanmakta.
www.elifsafak.com.tr
BORGES
Borges... Ne çok okuduğum, nasıl önem verdiğim, eserlerini bunca sevip de kişiliğini ve bakış açısını yer yer sorunlu bulduğum, bir labirent gibi cümlelerinin içinde kaybolduğum, seneler sonra oğluma bir eserinin (Zahir) ismini verdiğim yazar.
Esas ismi Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo idi. 1899’da Buenos Aires’te doğdu, çocukluğu farklı şehirler ve ülkelerde geçti. İsviçre, İspanya...
Hep birden fazla dil konuştu hayatı boyunca; bazen aynı dilin içinde diller/üsluplar yarattı kendine. Çatal çatal yollar açtı...
İyi bir yazar olduğu kadar mükemmel bir tercümandı. Etrafındaki oğlan çocuklarının aksine oyunlara, dövüşlere meraklı olmadı hiçbir zaman.
Kimi zaman utandı bu durumdan, kendini yeterince “erkek” hissetmedi onların yanında.
Varsa yoksa kitaplardı Borges için: “Çocukluğumun en önemli olayı neydi diye sorsanız, babamın kütüphanesiydi derim.” Evdeki kütüphaneden romanlar alıp okumak, yaşının ötesinde kitapların deryasına dalmak...
Henüz daha çocukken Borges’in en sevdiği şeydi kitaplar; büyüyünce de değişmedi. İlk mesleği de kütüphanecilik oldu.
Görme yeteneği doğuştan zayıftı ama yaşı ilerledikçe durumu kötüleşti, en nihayetinde tamamen körleşinceye dek. Ne ilginçtir ki eleştirmenler ve edebiyat meraklıları ondaki görme kaybının hayal etme yeteneğini daha da artırdığına inandılar.
Bu “gerçek” dünyayı göremedikçe hayali âlemi daha iyi seyreyledi Borges. Belki de bu yüzden yazıları hep gerçeküstü olaylar, karakterler ve varlıklarla dolu oldu.
“Biz körler kadar varoluşun derinliğini kim sorgulayabilir ki?” diye sormuştu bir seferinde. İki gözü kapalıyken, üçüncü gözü hep açık kaldı. Sevdikleri, sevenleri ona kitap okumaya başladılar.
En çok da annesi. Biricik oğlunun romanların dünyasından kopmaması için büyük bir özveriyle saatlerce kitap okurdu yanıbaşında. Dinlerdi Borges. Hayal ederek, içine çekerek kelimeleri, su gibi...
1961’de Samuel Beckett ile birlikte Grand Prix International ödülüne layık görüldü. Bu tarihten sonra uluslararası şöhreti arttı, okurları çoğaldı. Uzun süre evlenmedi Borges, evlenemedi.
Annesine olan bağlılığı derindi. Annesi 90 yaşına geldiğinde Borges’in evlenmesi için ona baskı yapmaya başladı.
Yakında bu hayattan ayrılacaktı ve onu seven bir kadının oğluna bakacağından emin olmak istiyordu. Ne var ki Borges’in yaptığı evlilik sadece 3 sene sürebildi.
Karısından ayrılır ayrılmaz yeniden annesiyle yaşamaya başladı. Ta ki annesi 99 yaşında vefat edinceye kadar.
Bu dönemde Latin Amerika’da sol ideoloji hem teoride hem pratikte şaha kalkmıştı. Borges ise kendini hiçbir politik harekete yakın hissetmiyordu.
Bireye, bireyselliğe önem veriyor; devletin ve kolektif aidiyetlerin egemen olduğu sistemlerde bir sanatçı olarak rahat edemiyordu.
Peron başa geçtiğinde yeni iktidara destek vermek bir kenara, keskin eleştirilerde bulundu. Juan Peron’u “zalim”, karısını ise “sıradan bir fahişe” olarak niteleyecek kadar keskin. Neruda’yı da sevmezdi Borges. Onun iyi bir şair olduğunu ama çekilir bir adam olmadığını söylerdi.
Latin Amerika solunun Sovyetler Birliği’ne verdiği koşulsuz desteği hiçbir zaman anlayamadı. Ne var ki Borges’in sola olan yoğun antipatisi onu 1970 başlarında askeri cuntayı desteklemeye götürdü. Kısa zamanda hatasını anladı. Bu kez de cunta karşıtı oldu.
1934’te Arjantin’deki aşırı milliyetçiler, tıpkı bizde olduğu gibi bir söylem tutturarak, Borges’in “has ve hakiki Arjantinli” olmadığını iddia ettiler.
Kökü dışarıda dediler onun için. “Hakiki Arjantinli sayılmaz, hatta muhtemelen Yahudi kanı var sülalesinde” dediler.
Buna karşılık Borges güçlü bir şiir yazdı. Kimlikleri altüst eden, dışlayıcı söylemleri tersine çeviren bir şiir. Aynı sertlikte Nazi ideolojisini eleştirdi. Nefret aşılamanın bir suç olduğuna inandı. Almanya’da yükselen faşist ideoloji karşısında hep dehşete düştü.
Nazizm’in bir yaşam felsefesi değil bir ölüm felsefesi olduğunu dile getirdi: “Onun uğruna ya ölür ya da öldürürsün.”
Borges kadınları anlatabilen bir yazar değildi, anlayabildiği de şüpheli ya. Muazzam eserler yazdı, bir o kadar hatalar yaptı hayatı boyunca.
Diktator Pinochet’nin elinden ödül almayı içine sindirebilmesi bu hataların en büyüğüydü belki de. Bugün ise tüm sevapları ve günahlarıyla ama hep koca bir çınar, büyük bir yazar olarak hatırlanmakta.
www.elifsafak.com.tr